Ünlü gazeteci Robert Fisk'in Independent'de yayınlanan ve Suriye'deki çatışmalardaki gözlemlerini aktardığı yazısının çevirisi...
Esad için değil, Suriye için savaşıyor olabilirler, kazanıyor da olabilirler:
Robert Fisk Suriye'nin içinden bildiriyor
Robert Fisk
Independent
İsyancıların arasında olduğu gibi Suriye rejimi içinde de ölüm kol geziyor. Fakat savaşın ön cephesinde, rejimin ordusunda teslim olma hali yok – ve kimyasal silahlara ihtiyaçlarının olmadığını iddia ediyorlar.
Bulutlar, Suriye ordusunun cephe hattı olan dağın tepesinde ağır bir şekilde aşağı inmiş.
Yağmur az önce karın yerini almış, yoğun şekilde korunan bu kaleyi çamur bataklığına ve pis ve durgun bir göle çeviriyor. Askerler burada rüzgar yüzlerine çarparken gözcülük görevlerini yapıyorlar; eskimiş T-55 tankları – 1950'lerin eski Varşova Paktı'na ait savaş atları – yağmurun altında, tekerlekleri çamurun içinde ve şimdi sadece topçu silahları olarak kullanılıyor. Bu kasvetli manzaradaki Suriye Ordusu Özel Kuvvetleri biriminin komutanı Albay Muhammed'e bunların “hurda tanklar” olduğunu söylediğim zaman bana sırıtıyor. Dürüstlükle, “Biz bunları statik savunma için kullanıyoruz. Hareket etmiyorlar” diyor.
Savaştan – veya Başkan Beşar Esad'ın askerlerinin kullanmak zorunda bırakıldığı adlandırmayla “krizden” – önce Cebel el Kavaniye, bir televizyon yayın istasyonuydu. Fakat hükümet karşıtı isyancılar burayı ele geçirdiği zaman kuleleri havaya uçurdular, kendilerine bir serbest atış alanı yaratmak için etrafındaki köknar ağaçları ormanını kestiler ve hükümetin ateşinden korunmak için yere siperler inşa ettiler. Suriye ordusu geçen Ekim ayında Kastel Maaf köyü - burası şimdi Türkiye sınırındaki ve Kasseb'e giden eski yol üzerinde kesik halde duruyor - üzerinden buranın yamaçlarına girdi ve şu anda ön cepheleri olan düzlüğe hücum etti.
Suriye ordusu, haritaları üzerinde, “Kavaniye Dağı”na kendi askeri koordinatlarına göre bir kod isim verdi. Buranın adı “Nokta 45” oldu – Nokta 40 dağın kasveti üzerinde uzanan doğu tarafı – ve birliklerini iki komşu tepenin ağaçlarının altındaki çadırlara yaydılar. T-55'lerden birine tırmanıyorum ve sağanak yağışın arkasında onları görebiliyorum. Vadi boyunca hafif patlamalar meydana geliyor ve ikinci el “popüler” küçük silahların ateşleri duyuluyor. Albay Muhammed, biraz kaygılı bir şekilde, en yakın ormanın halen, sadece 800 metre uzaklıktaki düşmanlarının elinde olduğunu söylüyor.
Beşar Esad'ın askerlerinin arasında oturmak her zaman ürkütücü bir deneyim. Bunlar, dünyanın geri kalanına göre rejimin “kötü çocukları” – ki gerçekte ülkenin gizli polisi bu sıfatı hak ediyor – ve bu adamlara Batılı bir gazetecinin sığınaklarına ve yeraltı merkezlerine geldiğinin söylendiğini çok iyi biliyorum. Benden, ailelerinin öldürülmesi korkusuyla, sadece ön isimlerini kullanmamı istiyorlar; istediğim kadar fotoğraf çekmeme izin veriyorlar ama yüzlerini çekmeme izin vermiyorlar – bazen aynı nedenle isyancılar da gazetecilerden bunu istiyor. Fakat konuştuğum ve aralarında bir tuğgeneralin de bulunduğu askerlerin ve subayların hepsi bana tam isimlerini ve kimliklerini verdiler.
Suriye ordusuna bu şekilde erişmek, sadece birkaç ay önce tahayyül bile edilemeyen bir şeydi ve bunun makul nedenleri var. Suriye ordusu Suriye kırsalının önemli bir bölümünü kontrolünde tutan Özgür Suriye Ordusu ile İslamcı El Nusra savaşçılarından ve çeşitli El Kaide uydularından en azından sahayı geri aldıklarına inanıyor. Nokta 45'ten Türkiye sınırına sadece bir buçuk kilometre uzaktalar ve aradaki sahayı almaya niyetliler. Şam'ın dışında, isyancıların elindeki iki banliyöyü kanlı bir çatışmayla geri kazandılar. Ben dağın tepesindeki konumlarda gezinirken isyancılar, muhalefetten gelen geniş çaplı sivil katliamı suçlamaları arasında Humus dışındaki Kuseyr kasabasını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydılar. Akdeniz sahili üzerinden Şam'dan Lazkiye'ye giden ana yol ordu tarafından yeniden açıldı. Ve Nokta 45'te karşılaştığım ileri hat birlikleri, Lübnan'da 29 yıl devam eden yarı işgalden sonra yozlaşmış, Suriye'ye 2005'te yürütülecek bir savaş olmadan dönmüş askerlerden farklı bir türdendi. O zaman Şam civarındaki askerlerin disiplini, birilerine tehditten ziyade bir şaka gibiydi. Beşar'ın Özel Kuvvetleri şimdi kendine güvenen, merhametsiz, siyasi bakımdan motive olmuş, düşmanlarına tehdit oluşturan askerler gibi görünüyor; üniformaları şık, silahları temiz. Suriyeliler uzun süredir İsrail'den gelen – kaçınılmaz olarak Washington yankı makinası tarafından izlenen – Beşar'ın kuvvetleri tarafından kimyasal silah kullanıldığı iddialarıyla karşı karşıya. Şam'daki bir istihbarat subayının yakıcı bir şekilde vurguladığı gibi: “Mig uçaklarımız ve onların attığı bombalar sonsuz derecede fazla yıkım yaratırken neden kimyasal silah kullanalım ki?” Nokta 45'teki askerler, Özgür Suriye Ordusu'na geçenler olduğunu, ayrıca kendi adamlarından devasa kayıplar – kaçınılmaz olarak “şehit” olarak anılıyorlar – olduğunu kabul etti ve bizzat kendilerinin hem kazanılmış hem de kaybedilmiş çatışmalara girdiğini ifade etti.
Nokta 45'teki son “şehit”leri, iki hafta önce isyancıların sniper'ıyla vurulan, Humus'tan, 22 yaşındaki Özel Kuvvetler eri Kemal Abud oldu. O, en azından bir asker olarak öldü. Albay Muhammed, aile iznine giden ve düşman toprağına girdiklerinde bıçakla idam edildiklerini söylediği askerlerden kederli bir şekilde bahsetti. Kendime, BM'nin bu orduya karşı savaş suçu ithamında bulunduğunu hatırlatıyorum ve Albay Muhammed'e – ki kollarında, askerlerini yeraltı sığınağından değil, cepheden yönettiğini gösteren dört kurşun yarası var – askerlerinin kesinlikle, Golan Tepeleri'ni İsrail'den özgürleştirdiklerine inandıklarını hatırlatıyorum. Soruyorum: İsrail kuzeyde, ama o kuzeye, Türkiye'ye doğru savaşıyor. Neden?
“Evet biliyorum, ama biz İsrail'le savaşıyoruz. Ben orduya İsrail'le savaşmak üzere katıldım. Ve şimdi İsrail'in kuklalarına karşı savaşıyorum. Aynı zamanda da Suudi Arabistan ve Katar'ın kuklalarına karşı. Böylelikle Golan için savaşmış oluyoruz. Bu bir komplo ve Batı, Suriye'ye gelen yabancı teröristlere, kendilerinin Mali'de öldürmeye çalıştığı teröristlere yardım ediyor.” Elbette bunu daha önce de duymuştum. “Muamarer”, yani komplo, Suriye'de yaptığım bütün görüşmelerde söyleniyor. Fakat albay, her sabah Nokta 45'ten top ateşi açan iki Suriyeli T-55'in – kendi tanklarıyla aynı model savaş araçları – ikiz olduğunu, düşmanlarının cephanelerini hükümet ordusundan aldıklarını ve muarızlarının arasında Beşar Esad'ın ordusundan kişilerin de olduğunu kabul ediyor.
Kastel Maaf'a giden yolda, bir general bana ordunun Türkiye sınırına giden otoyol üzerinde 10 Suudi, iki Mısırlı ve bir Tunusluyu öldürdüğünü söyledi. Bana bunu kanıtlayacak hiçbir belge gösterilmedi, fakat Nokta 45'teki askerler benim için düşmanlarından ele geçirdikleri üç el radyosunu gösterdi. Bunlardan biri “HXT Commercial Terminal” markalı, diğer ikisi Hongda yapımı ve kullanım talimatları Türkçe. Onlara, isyancıların haberleşmelerini dinleyip dinlemediklerini soruyorum. Bir binbaşı, “evet, ama anlamıyoruz” diyor. “Onlar Türkçe konuşuyor ve biz Türkçe anlamıyoruz.” O halde bu kişiler Türk mü yoksa doğu köylerinde yaşayan Türkmen Suriyeliler mi? Askerler omuzlarını silkiyor. Libya ve Yemen lehçesiyle konuşulan Arapça sesler de duyduklarını söylüyorlar. Şimdi NATO ileri gelenlerinin Suriye'deki “yabancı cihadçılarından” endişeli olması nedeniyle, bu Suriyeli askerlerin gayet gerçek şeyler söylüyor olabileceğini düşünüyorum.
Bu güzel kuzey taşrasının patikaları, savaşın çirkinliğini örtüyor. Kırmızı ve beyaz gül yığınları, terk edilmiş evlerin duvarlarının üstünü kaplıyor. Az sayıda adam etrafımızda parlayan portakal bahçeleriyle ilgileniyor, bir kadın çatıda uzun saçlarını tarıyor. Balloran gölü, hâlâ tepesi kar tozlarıyla kaplı dağların arasından gelen bahar güneşiyle parlıyor. Bana, iç soğutucu bir şekilde Bosna'yı hatırlatıyor. Birkaç mil boyunca uzanan köyler hâlâ işgal altında. 10 ailenin yaşadığı, Meryem Ana'nın Selma isimli bir kadına görünmesine adanmış bir kilisesi olan bir Rum Ortodoks köyü, bir Müslüman Alevi köyü, ardından bir Müslüman Sünni köyü cephe hatlarına çok yakın ama hâlâ bir arada yaşıyor; her iki tarafın da vaad ettiği – ancak giderek inanılırlığı azalan – eski seküler, mezhepçi olmayan Suriye hayaleti, savaş bittikten sonra geri dönecek.
Arkasından geldiğim Beyt Faris denilen ezilmiş bir köyde, yüzlerce Suriyeli askerin etraftaki ormanlarda devriye gezdiği görülebiliyor ve bir başka general cebini karıştırarak çıkardığı orduya ait cep telefonunda ölü savaşçıların videosunu gösteriyor. “Bunların hepsi yabancı” diyor. Kamera, kimisi korkudan buruşmuş, kimisi ölümün rüyasız uykusuna dalmış sakallı yüzlere odaklanırken, yakından izliyorum. Bir araya yığılmışlar. Ve en fenası, ölü adamların kafasına iki kere basan bir asker postalı görüyorum. Sığınağın duvarına birileri şunu yazmış: “Biz Esad'ın askerleriyiz – Cebel el Esved ve Beyt Şruk'un silahlı gruplarından köpekler, cehenneme gidin.”
Bunlar, hâlâ isyancıların elinde olan küçük köyler – Nokta 45'ten bu köylerin evlerinin çatılarını görebiliyorsunuz – ve Albay Muhammed, 1993-1995 yılları arasındaki Lübnan savaşına katılmış olan 45 yaşındaki gazi, diğerlerini sayıyor: Hadra, Cebel Savda, Zahiye, el-Kebir, Rabia… Kaderleri onları bekliyor. Askerlere çatışmalarda kaç kişiyi esir aldıklarını sorduğumda, yüksek sesle “hiç” diyorlar. Şaşırıyor ve bir çatışmada 700 “teröristi” öldürdüklerini iddia ettikleri zaman bile böyle mi diye tekrar soruyorum. Yine “hiç” cevabını tekrarlıyorlar.
Kurşunların delik deşik ettiği bir okul binasının karşısında, toz haline gelmiş bir ev var. Albay, “Yerel bir terörist lideri burada bütün adamlarıyla birlikte öldü. Teslim olmadılar” diye ifade ediyor.
Şansları var mıydı diye şüphe ediyorum. Fakat Beyt Faris'te bu yılın başlarında bazı isyancılar, yerel liderleri olan bir Suriyeli bir işadamıyla birlikte kaçmayı başardı – Lazkiye'den General Vasif de böyle söylüyor. Ağır ağır, adamın bu terk edilmiş Türkmen köyünün tepelerindeki yıkılmış villasına doğru gidiyoruz. Generalin söylediğine göre köyün sakinleri şimdi Türkiye'deki mülteci kamplarındaymış. İşadamının zengin olduğu anlaşılıyor. Villa, sulanmış limon ve fıstık bahçeleri ve incir ağaçlarıyla çevrili. Bir basketbol sahası, boş bir yüzme havuzu, çocukların salıncakları, kırık bir mermer çeşme – içinde hâlâ Türk etiketli dolgun asma yaprağı konserveleri var – ve mermer duvarlı oturma odaları ve mutfaklar ile, ön kapının üstünde, Arapça “Allah bu evi korusun” yazılı hoş bir tabela bulunuyor.
Artık orada bulunmayan işadamının bahçesinden birkaç incir koparıyorum. Askerler de aynısını yapıyor. Ama tatları keskin ve fazla ekşi, askerler de tükürüyorlar ve yol tarafında sarkan portakalları tercih ediyorlar. General Favaz bir meslektaşıyla konuşuyor ve patlamış bir roketi incelenmek üzere kaldırıyor. Roket yerel olarak elle üretilmiş, profesyonel olarak kaynak yapılmamış – ama Filistinli Hamas hareketinin Gazze Şeridi'nden İsrail'e fırlattığı Kassam füzelerinin aynısı. General Favaz, “Filistin'den birileri, teröristlere bunun nasıl yapılacağını anlatmış” diyor. Albay Muhammed sessizce, köye hücum ettiklerinde Türk askeri plakaları olan arabalar ve kamyonlar bulduklarını, fakat herhangi bir Türk askeri görmediklerini söylüyor.
Burada Türkiye ile garip bir ilişki var. Recep Tayyip Erdoğan Esad'ı kınayabilir, ama bir buçuk mil uzaklıktaki en yakın Türk sınır istasyonu hâlâ açık. Burası, Türkiye'yle hükümet kontrolündeki Suriye toprağını hâlâ birbirine bağlayan tek sınır noktası. Subaylardan biri, “beni düşmanlarıma bağlasın” diyerek kendi saçından ince bir parçayı tutan Emevi Halifesi Muaviye'nin eski hikâyesine anıştırma yapıyor. Subay, “Türkler bizimle bu tek sınırı açık tuttular, yani Muaviye'nin saçını kesmediler” diyor. Bunu söylerken gülmüyor ve ne dediğini anlıyorum. Türkler hâlâ Esad rejimiyle fiziksel bir bağlantıyı sürdürmek istiyorlar. Erdoğan, Beşar Esad'ın kaybedeceğinden emin olmamalı.
Pek çok asker yaralarını gösteriyor; onlar için madalyalardan veya rütbe nişanlarından daha değerli olduğunu düşünüyorum. Bunun yanında, cephe hatlarından altın rütbe işaretlerini hâlihazırda kaldırmışlar – Amiral Nelson'un aksine, sabahın erken saatlerinde isyancıların sniper nişanlarına hedef olmak istemiyorlar. Şafak vakti, öldürme vakti gibi görünüyor. Bir otoyol üzerinde, ikinci bir teğmen bana yaralarını gösteriyor. Sol kulağının altından bir kurşun girmiş. Kafasının diğer tarafında, sağ kulağında yukarıya doğru giden çok kötü bir mor yara izi var. Yakasından vurulmuş ve hayatta kalmış. Şanslıymış.
Gizli bir kara mayınına, Batı'daki söylenişiyle bir IED'ye doğru devriye gezen Özel Kuvvetler'den askerler de öyle. Kastel Maaf'teki genç bir Suriyeli patlayıcı mühimmat subayı bana, yolun altına gömülmüş iki demir kasalı havan gösteriyor. Bir tanesi benim için neredeyse taşınamayacak kadar ağır. Sigortasının üzerindeki etiket Türkçe. Patlayıcılara bağlanmış bir anten, nişan çizgisindeki bir isyancı bombasının infilak edebileceği şekilde elektrik kutbunun üzerinden sarkıyordu. Teknik bir mayın detektörü – ki askerler övünçle “bütün teçhizatımız Rus yapımıdır” diyordu – devriye birimini, askerler üzerine yürümeden önce patlayıcılardan ötürü ikaz etmiş.
Fakat ölüm, Suriye ordusunun üstünde geziyor, tıpkı düşmanlarına musallat olduğu gibi. Lazkiye'deki havaalanı şimdi daimi bir ağlama yeri. Oraya her vardığımda terminalin önünde ağlayıp gözyaşı döken, asker oğulları ile kardeşleri ve kocalarının cenazesini bekleyen aileler görüyorum. Çoğu Hristiyan ama Müslümanlar da var, zira Akdeniz kıyısı Hristiyanlar ile Şii Alevilerin kalbi ve küçük bir Sünni Müslüman azınlık da yaşıyor. Bir Hristiyan kadın, yola yatmaya çalışırken yaşlı bir adam onu engelliyor, gözyaşları yüzünde sel oluyor. Kalkış bölümündeki bir kamyon, çelenklerle dolu.
Askerlerin matemli aileleriyle ilgilenmekle sorumlu bir general bana, havaalanının bu kitlesel yas için fazla küçük olduğunu söylüyor. “Helikopterler bütün Kuzey Suriye'den ölülerimizi buraya getiriyor,” diyor. “Tüm bu ailelere bakmamız ve onlara kalacak yer bulmamız gerekiyor, ama bazen evlere gidip onlara bir oğullarının öldüğünü söylemeye gidiyorum ve onların geri kalan üç oğullarını da şehit verdiklerini öğreniyorum. Bu çok fazla.” Er Ryan'ı unutun. Kontrol kulesinin altında, tek ayağının üstünde topallayarak yürüyen, bir bandajın kısmen yüzünü örttüğü, terminale ilerlerken kolunu bir arkadaşına atmış yaralı bir asker görüyorum.
Bana gösterilen askeri istatistikler, bu berbat savaşta Lazkiye'de 1,900, Tartus'ta 1,500 askerin öldürüldüğünü savunuyor. Fakat insan maliyetini anlamak için Lazkiye'nin üzerindeki tepelerdeki Alevi ve Hristiyan karma köylerinin istatistiklerini de eklemelisiniz. Örneğin Hayalin'de, 2 bin kişinin yaşadığı köy 22 askerini yitirmiş ve 16'sı da kayıp olarak kayıtlara geçmiş. Yani gerçekte 38 ölü var. Çoğu, Haziran 2011'de, Suriye ordusunun bir isyancı pususunda 89 askerini kaybettiği Cisr el Şugur'da yaşamını yitirmiş. Fuad isimli bir köylü, bir komşu köyden gelen bir kişinin hayatta kaldığını söyledi. “Ona, diğer adamlara ne olduğunu sormak için telefon ettim” dedi ve şöyle devam etti: “O bana cevaben ‘bilmiyorum çünkü gözlerimi çıkardılar' dedi. Birilerinin onu alıp götürdüğünü, idam edileceğini düşündüğünü, fakat kendisini ve ambulansta bulduğunu ve Lazkiye'deki bir hastaneye götürüldüğünü söyledi.” Cisr el Şugur'da ölenlerden birinin cenazesi gelmiş, fakat yakınları, tabutun içinde sadece bacaklarının olduğunu görmüş. Fuad bana “Hayalin'den son şehit sadece iki gün önce öldü. Ali Hasan adından bir askerdi. Yeni evlenmişti. Cesedini bile vermediler” dedi.
Terminalin ilerisindeki apronun üzerinde dönen 24 Suriyeli savaş helikopteri, hükümetin donanımını ortaya koyuyor. Fakat askerler kendi korku ve yılgınlık hikâyelerini anlatıyorlar. İsyancıların hükümet ailelerinin askerlerini tehdit etmesi, uzun süredir var olan bir olgu. Fakat bir er bana, sevimsiz bir şekilde, ağabeyine nasıl da onu orduyu terk etmeye ikna etme emri verildiğini anlattı. “Ben reddettiğim zaman, ağabeyimin bacaklarını kırdılar” dedi. Böyle bir deneyim yaşayan başka birinin olup olmadığını sorduğumda, 18 yaşındaki bir er bana getirildi. Ben onunla konuşurken subaylar odadan çıktı.
O, zeki bir genç adamdı, fakat hikayesi basit ve sıradan bir şekilde anlatıldı. Yaptığı bir propaganda konuşması değildi. “İdlib eyaletinden geldim ve babama gelip, bana orada ihtiyaçları olduğunu söylediler” dedi. “Fakat babam bunu reddetti ve ‘Eğer oğlumu istiyorsanız, gidin ve buraya getirin, ve eğer bunu yaparsanız, onu karşılamak üzere beni burada bulmayacaksınız' dedi. Arkasından babam, ailesinin çoğunu Lübnan'a gönderdi. Babam ve annem hâlâ orada ve hâlâ tehdit ediliyorlar.” Daha sonra subaylara, Suriye ordusundan kaçan herkesin ailesi tehdit edildiği için kaçtığına inanmadığımı, bazı askerlerin rejimle derinden ters düşmüş olması gerektiğini söylüyorum. Katılıyorlar, fakat ordunun güçlü kaldığı konusunda ısrar ediyorlar.
Askeri stratejiyi politikayla karıştıran Albay Muhammed, Suriye'ye yönelik “komplo”yu, Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere ve Fransa'nın gizlice, Suriye de dâhil olmak üzere Ortadoğu'yu aralarında paylaşmayı kararlaştırdıkları Sykes-Picot Anlaşması'nın tekrarlanan bir versiyonu olarak görüyor. “Şimdi aynı şeyi istiyorlar” diyor. “İngiltere ve Fransa bizi bölmek için teröristlere silah vermek istiyor, fakat biz, bütün halkımızın bir arada, demokratik bir şekilde, dini kimliklerini önemsemeden ve barış içinde yaşadığı birleşik bir Suriye istiyoruz…” Ve arkasından can alıcı kısım geliyor: “… bizi savunan Dr. Beşar Esad'ın liderliği altında.”
Fakat bu o kadar basit değil. Suriye'nin çoğunda “demokrasi” kelimesi ve Esad'ın da birbirine pek de uyumlu görülmüyor. Ve ben daha çok, resmi adıyla Suriye Arap Ordusu'nun askerlerinin Esad'dan ziyade Suriye için savaştığını düşünüyorum. Ama savaşıyorlar ve belki, şu anda, kazanılamaz bir savaşı kazanıyorlar. Beyt Faris'te, bir kez daha korkuluk duvarına tırmanıyorum ve dağlardan sis yükseliyor. Burası Bosna olabilirdi. Ülke nefes alıyor, gri-yeşil tepeler kadifemsi mavi dağlara doğru gidiyor. Adeta küçük bir cennet. Ama bu cephe hattındaki meyveler acı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder